to her - II

photo by: @somnambulistika
 

Günün ortasına varmış olsak da güneş hâlâ doğmamış gibi hissediyorum. Yorgunum, halsizim ve biraz da hasta... Evden çıkacak gücü bulamadım. Oysa sabah erkenden dışarı çıkıp, kendimi ait hissettiğim o küçük mekânda sana yazmaya başlamayı planlamıştım. Ama olsun. Belki uykunun fazlalığına teslim oldum, belki de hayatın ağırlığına; şimdi kendime ait odamdan yazıyorum sana.

Son günlerde sıkça seni düşünüyorum; sözlerin zihnimde yankılanıyor. Belki de bu yüzden yazıyorum sana. Bunu, bilinçli bir seçim olarak yaptığımı bilmeni isterim. Şöyle, birtakım çalışmalar içerisindeyim ve bunlar kadınla ilgili. Geniş çaplı bir literatür okuması yaptım ve son zamanlarda toplumsal cinsiyet hakkında yazan pek çok kadınla tanıştım. Bağırması gerektiği anda bağırmayıp çığlığını yutan kadınlar hakkında yazmaya giriştim. Bunun ne demek olduğunu biliyor musun? Daha önce yaşadın mı bunu? Hiç fark etmez ne zaman olduğu, hayatının herhangi bir döneminde sustun mu? Basit bir susuştan bahsetmediğimi biliyor olmalısın.

Bunu yapmak çok zor. Henüz literatür okumalarını yaparken dahi gözyaşlarımda boğuluyorum. Bu çalışmayı nasıl tamamlayacağımı bilmiyorum ama tamamlamam gerektiğini biliyorum. Bunu bir görev, sorumluluk gibi omuzladım. Sisifos’un kehanetine düşmekten korkuyorum ama çabalamaya devam ediyorum, edeceğim. Ayrıca bu yıl lisansımın son senesi ve bitirme tezimi namus üzerine yazıyorum. Seninle bu konu hakkında konuşmayı ve bilmediğin bu kavramı sana saatlerce açıklamayı, ardından senin fikirlerini dinlemeyi çok isterdim. Bu kavramı bilmiyorsun, bilsen dahi senin bildiğin ve benim bildiğim kavram arasındaki farklılıklar aynı şeyden bahsedemeyecek oluşumuz kadar büyük. En basitinden seninle konuşacak olursam ‘honor’ diye başlayacağım söze. Ardından honor kavramının tam olarak karşılamadığını ve Türkiye’deki, Orta Doğu’daki namusun aslında ne olduğunu anlatacak, en sonunda tohum ve toprağa değineceğim muhtemelen. Bir Avrupalıya nasıl açıklayabilirsem, öyle açıklamaya çalışacağım. Biliyor musun, bunu yaptım. Mattia’ya anlattım. O Avrupalı bir genç ve saatlerce hatta birkaç gün boyunca onunla konuştuk. İlk başta çok zorlanmıştım anlatmaya çalışırken. En nihayetinde İngilizce bir şekilde onun literatüründe olmayan bir kavramı anlatmaya çalışıyordum. Mattia ile sohbet etmek harika! Bana hediye ettiği o fotoğrafın arkasına ilham verici bir sohbetim olduğundan bahsetmiş. Dahası ben de tam olarak öyle düşünüyorum. Onunla uzun uzun geçirdiğimiz sohbetlerin ardından bakınca bana ilham verdiği çok şey var.

Sen peki, onun beni dinlediği ve anlamaya çalıştığı gibi önyargısız dinler miydin? Yoksa henüz bitirmediğim cümlelerimi bölerek bunların aptalca olduğunu söyleyip durur muydun? Her seferinde bunların benim düşüncem değil, toplumsal gerçeklikler olduğunu sana hatırlatmam gerekir miydi? Evet, çünkü sen kendini bir feminist olarak tanımlıyorsun. Ama senin feminizmin, kendi doğrularından farklı düşünenlere pek yer bırakmıyor. Karşıt görüşlere tahammül edemeyen bir sertlik barındırıyor. Fikirlerimi açıklamaya çalışırken önyargılarla karşılaşmaktan korkuyorum. Dürüst olalım, namustan bahsetmeyi geç, henüz ağzımı açmadan dış görünüşümle, ben Müslümanım diye seslenen tesettürümle karşılaştığında bana karşı bir tavır takınacak ve benim hakkımdaki düşüncelerini çoktan sıralamaya başlayacaktın kendi zihninde. Aslında bunu yıllar önce, seni okumaya başladığım ilk kitapta görmüştüm. Siyah giyinen Müslüman kadınlardan bahsetme üslubunu kulak ardına atmak istemiştim. Ancak bugün ben bunu yapamıyorum. Yapamam.

Hayır hayır, sana karşı biriktirdiğim bir öfke yok. Feminizm’den de nefret etmiyorum. O gün, kütüphane kapısında yaşadığın duyguları anlıyor ve yine kaleminden dökülen her kelimeyi destekliyorum. Ancak bugün değişti. Geçmiş ve bugün arasında yalnızca detaylarda benzerlikler kaldı. Sen, bir yüzyıl içinde kadınların korunması gereken cins olmaktan çıkacağını hayal etmiştin. Bu değişim hâlâ devam ediyor, ama engeller yalnızca biraz esnemiş gibi görünüyor. Kütüphane kapıları açık, okullarda kadın öğrenci oranları daha yüksek ve günlük hayatın her alanında kadınlarla karşılaşabilirsin.

Ve bugün dünden daha kötü!

Güçlü olmalıyız derken, kadınlar daha da güçsüzleşti. Artık evin tüm yükü değil, dışarının da yükü kadının omuzlarında…

Bugünlerde farklı düşünceleri okuyup duruyorum. Zihnimde binbir türlü kılıç kalkan kuşanılmış gibi. Jessa Crispin bu yazarlardan yalnızca biri ve ben özellikle ondan bahsetmek istiyorum sana. Feminizmin kılımızı kıpırdatmamak için uyduran bir bahane değil, toplumsal hareket bilinci olduğunu söylüyor. Crispin, hesap vermemiz gereken tek otoritenin kendimiz olmadığı sürece her şeyin meşrulaştırılabileceğini ve her şeyin bir şekilde feministleştirilebileceğini söylüyor. Evrensel engellerden bahsediyor ve şöyle diyor; tüm kadınlar biyolojik unsurlar yüzünden ayrımcılığa uğradığında ve bu ayrımcılık hukuk kitaplarında da açıkça yazdığında, dayanışma talep etmek mantıklı bir hareketti. Bizi birbirimize bağlayabilecek evrensel ihtiyaçlar ve engeller vardı. Bu konu hakkında ne düşündüğünü çok merak ediyorum. Üzücü olan ise, asla cevabını öğrenemeyecek olmam. Senin sorularınla başladığım yolumda, cevapların olmadan yürümek can sıkıcı. Bugün demir kadınlar yok! Demir kadınlar, oy vermek gibi evrensel bir isyana sahipti. Hoş, onlar isyan ederken bu hak zaten benim topraklarımda vardı.

Ancak bugün, benim başkaldırım sizinkilerden farklı görünecek, diyor Crispin. Benim karşılaştığım engeller sizinkilerden farklı çünkü evrensel engellerin çoğu ortadan kaldırıldı. Aynı zamanda, kadın düşmanlığı olarak adlandırdığımız bazı engellerin aslında kadına yönelik ayrımcılık olmadığını da kabul etmek zorundayız. Bizler kadınız ama kendimize önce insan olduğumuzu hatırlatmamız faydalı olabilir. İşte tam olarak bu cümleye ne diyeceğini merak ediyorum. Sence de, kadın olmaya kafayı takıp, insan olduğumuzu unutmadık mı?

Dahası bugün Avrupalı bir kadının çığlığı ve benim çığlığım arasındaki farklar dünden çok daha farklı. Bugün artık kadınlar topyekûn dışarıda tutulmaya çalışılmıyor. Yalnızca cam tavanlar bugün. Ancak her daim kadınlığı ayaklar altına alarak yükselmiş kadınların bugün ödül törenlerinde aldıkları manasız ödülleri kadınlara adıyor oluşu tuhaf ve gösteriş budalalığını tasvir ediyor bence. Her zaman kadınların ötekileştirildiğinden bahsettiklerinde ellerine ne geçiyor? Eğer ötekileştirildiğimizi kabul edersek, dahil edildiğimiz takdirde nasıl bir dünyanın parçası olacağız?

Sen bir feministsin; ben ise, benliğimle kabul edilmediğime inanıyorum. Senin feminizmin, yalnızca belli bir kesimin, belli bir dünyanın sesi gibi. Benim kadınlığım, benim mücadelem ise senin dünyandan başka bir yerde. Senin gerçeklik dediğin yerde bir "diğer" olarak tanımlanıyorum.

O zamanlar, bütün kadınlar adına konuştun belki ama bugün senin feminizminin yalnızca belli bir kesimin, belli bir dünyanın sesi olduğunu görüyorum. Ve ben bunun dışında, bu sesin duyulmadığı bir yerde duruyorum.

Senin sesin çok güçlü, ama bugün senin sesinin yankıları arasında benim sesime yer yok. Bu yüzden kendime sormaktan vazgeçemiyorum: Feminist olmak ya da olmamak... İşte benim sesimi bulmam için asıl soru bu. Hangisi gerçekten benim sesimi bulmamı sağlayacak?