Koşuyorum, Ama Nereye?

 Bugün kıymetli bir hocamla sohbet etme fırsatı buldum. Laf arasında, bir konuda çalışırken kendimi kaybedebildiğimden bahsettim. Hocam gülümseyerek, “Böyle gidersen, ben emekli olduğumda sen de kamburu çıkmış bir teyze gibi görünebilirsin,” dedi. Önce gülüp geçtim ama gün boyunca, hatta çalışırken bile bu söz aklımdan çıkmadı. Şimdi gece yarısını çoktan geçmişken, masadan yeni kalkıyorum. Üstelik beni masadan kaldıran şey yorgunluk ya da sıkılmak değil, sadece o gün için planladığım işleri tamamlamış olmam.


Benim bitmeyen bir acelem var. Yetişmem gereken bir yer var mı, bilmiyorum. Ama yürümekle yetinmeyip koştuğumu biliyorum. Öyle hızlı koşuyorum ki bazen nefesim kesiliyor, bazen adımlarım birbirine dolanıyor. Yavaşlamaya çalıştığımda bile içimde bir huzursuzluk beliriyor. Sanki durursam bir şeyleri kaçıracakmışım gibi. Düşecek gibi oluyorum, dengemi kaybediyorum. Ve en kötüsü, bunun farkındayım ama duramıyorum. Daha kötüsü, sabah erken kalkmam gerektiğini bile bile şu an klavyeye dokunan parmaklarımı geri çekmekte zorlanıyorum.


Oysa ki bu gün denildi bana “Bir yolda her daim yüz yirmi ile gitmek mümkün değildir.”diye. Düşündüm. Haklıydı. Ama neden bu kadar hız yapıyordum? Korkudan mı? Kendimi ispat etmek için mi? Yoksa sadece durmayı bilmediğimden mi?


Bazen bir yanardağın tam ortasında kalmış gibi hissediyorum. Lavlar yaklaştıkça kaçmak için daha da hızlanıyorum. Oysa ki o lavlar etrafımda değil, bedenimde. Sağlığımda. Her an alarm veren bedenimde. Ama duymamak için ağrılarıma sağır kalmayı tercih ediyorum. Çünkü “hastayım” deyip kenara çekilirsem bir şeylere yetişemeyecek olmaktan korkuyorum. Kendimden kaçıyorum. Ama belki de çözüm kaçmak değil, lavların akışını izleyip, doğru anı beklemek. Belki de hızlanmak değil, bilinçli adım atmak gerekiyor.


Biliyorum. Gerçekten biliyorum. Yavaşlamak bir kayıp değil, bir tercihtir. Ama bunu sadece bilmek yetmiyor galiba. Hatırlamak da yetmiyor. Yaşamak gerekiyor. İşte burada zorlanıyorum. Karışığım yani...