En Mutlu An



Hastane koridorunda, elimde tuttuğum sıra numarasının mürekkebi avuçlarımın terinden silinirken, yanımdaki kadınla göz göze geldik. Gözleri, kahve ile elanın iç içe geçtiği, ama kenarlarında kan kırmızısının izleri olan bir derinliğe sahipti. Ben ise sıra beklemenin sabırsızlığı içindeydim, diğer elimle telefonu açmış ve öylesine bir şeyler izliyordum, düşünmemek için... Duyduğum ses ile tekrar sağıma döndüm. "Sen niye geldin buraya?"


Kısa bir sessizlikten sonra konuşmaya başladım. "Bir şeyim yok aslında. Yani biliyorum, bir şeyim yok. Sadece bir tomografide bazı şeyler görmüşler. Abim ısrar etti, ‘Hemen yarına randevu al,’ dedi. Ama haftalar geçti, cesaret edemedim. Bir arkadaşımda da böyle oldu, şimdi tedavi görüyor. O yüzden geldim işte."


Başıyla onayladı, ne diyeceğini bilemedi sanki ama içinde büyüyen çaresizliği bastırmak kolay değildi. Bir şeyler söylemek istedi, belki rahatlatacak birkaç kelime, ama kelimeler boğazında düğümlendi. Karşısındaki genç kadının korkusunu, belirsizlik içindeki sıkışmışlığını hissediyordu. Tıpkı benim gibi. Ne dese eksik kalacaktı, bu yüzden sadece sustu. "Melek gibisin, Allah korusun," dedi bana. Karşılık verdim: "Sen de öyle. Çok güzel bir yüzün var."


"Bende öyle... Korkuyorum." 


Kelimeleri titrek bir nefesle düştü aramıza. Artık dibimdeydi ama bu rahatsız edici değil, güven veren bir durumdu. Konuşmaya devam etti: "Kocam şehir dışında çalışıyor. Dün gece aradım, söyledim. Doktor, genel cerrahiye gitmemi istemişti. Kocam kızdı, ‘Bu zamana kadar neden söylemedin? Neden hemen gitmedin?’ dedi. Ama ona korktuğumu söyleyemedim."


"Çocukların var mı?" diye sordum.


"Var, dört tane."


O anda ağlamaya başladı. Kadınların omzuna dokunmanın, sırtını sıvazlamanın onları teselli ettiğini hatırladım. Ama ben kimseye dokunmaktan hoşlanmazdım. Ne bir el sıkışma, ne bir teselli dokunuşu. Bunu düşünerek tereddüt ettim. Fakat karşımdaki kadının titreyen omuzlarına bakınca, içimdeki çekinceye rağmen elimi kaldırıp sırtına koydum. Normalde kimseye dokunmayan ben, şimdi bu yabancı kadının sırtını sıvazlıyordum. 


İbrahim Amca’nın ölümünü düşündüm. Birinci yılı dolmak üzereydi. O ölünce, gerçekten bir evin direği yıkılmıştı. Oğlu, babasının haftası dolmadan işini devralmıştı. Bir baba ölünce evin direği yıkılıyordu, ya anne? Annenin eksikliğini düşünmek bile istemedim.


Sabahın erken saatlerinden beri gözyaşlarımı tutmaktan yorulmuştum. Ama bu kadın artık kendini serbest bırakmıştı. Onu güçlü tutmak adına, kendime engel oldum.


Sonra, o soruyu sordum.


"Hayatının en mutlu anı neydi?"


Kadın, dudaklarını titrek bir tebessümle büzdü. Gözleri, dünyanın yükünü sırtlamış gibi uzaklara daldı. 


Sonra, başını hafifçe yana eğdi. "Ben hiç mutlu olmadım ki," dedi, sesi kırılgan ve yorgundu.  Korkuyordu. Bunu anlamak için onun kelimelerine ihtiyacım yoktu; bakışları yeterince açıktı.


"Bir ihtimal seni mutlu etmek, yüzünü güldürmek için sormuştum."


"Yani... Mutluluk… Çocuklarım. Ailem. Hepsi bir arada olduğunda, o benim için mutluluk."


Bir kez daha, kendisi için mutlu olmayı hiç düşünmemiş bir anneyle karşılaşmıştım. Ne kendisi için sevinmişti ne de kendisi için ağlıyordu. Onun dilinde mutluluk da gözyaşı da yalnızca evlatları içindi.