Kafelerden Çalışmak: Yeni Nesil Dijital Göçebe Mekanları
Söylenti Dergisinde 26 Mayıs tarihinde yayınlanmıştır.
Kahvenin kokusu, klavye tıkırtılarına karışıyor. Cam kenarındaki masanın artık sabit müşterisinin. Garsonun bir bakışıyla anlaşılır günün siparişi, prizlerin yakınlığı ise sessiz bir rekabet konusu. Her gün başka bir köşe; ama aynı uygulamalarda check-in, aynı bardakta flat white. Belki de kahvenin yarısı içilmiş, geri kalanı toplantı arası için saklanmıştır. Bu kafe, sadece içeceğin değil, aynı zamanda emeğin de tüketildiği bir alan artık.
Son yıllarda özellikle büyük şehirlerde hızla artan bir sahne burası. Serbest çalışanlar, uzaktan çalışanlar, yaratıcı sektörlerdeki gençler… Hepsi “bir masa, bir priz, bir kahve” denklemine sığdırmaya çalışıyor üretim süreçlerini. Evdeki yalnızlıkla ofisteki sıkılığın arasında bir tür üçüncü mekân: ne tamamen kişisel, ne de tamamen kamusal. Kafe; hem kaçış, hem sığınak, hem de görünürlük zemini.Ancak tüm bu “özgürlük” hâli, sanıldığı kadar masum değil. Çünkü mekân, göründüğü kadar nötr değil diyor Lefebvre (Yetişkin, 2023).
Kafeler, dijital göçebeler için yalnızca bir “çalışma alanı” değil, aynı zamanda modern hayatın ikilemlerine bir cevap niteliğinde. Evde çalışmanın yalnızlığı, ofisin katı hiyerarşisinden kaçış ve “üretkenlik performansı”nı sürdürme kaygısı, bireyleri bu üçüncü mekâna iter. Evde, buzdolabının başındaki molaların verimsizliği veya ofiste patronun gözünün sırtında hissedilen baskı, kafeyi bir arayışın mekânı yapar.
Kahve, Priz ve Wi-Fi: Özgürlük Mü, Yeni Disiplin Mi?
Peki bu mekân, bireyi nasıl dönüştürür? Davranışların standartlaşması, bunun en somut göstergesi. Sabah 10:00’da açılan laptoplar, öğlen saatlerinde toplu halde takılan kulaklıklar, herkesin aynı anda kahve molasına kalkışı… Kafe, görünüşte özgür bir çalışma alanı sunarken, aslında görünmez bir disiplin oluşturur. Mekânın ritmi, bireyin üretim temposunu belirler: Sandalyenin rahatsızlığı “toplantıyı kısa kesme” baskısı yapar, yan masadaki sohbet konsantrasyonu böler ama aynı zamanda “yalnız olmadığını” hissettirir.
Lefebvre, mekânın yalnızca fiziksel değil, zihinsel bir alan olduğunu söylerken, Nietzsche’ye de kulak verir: Ona göre mekân, güçlerin karşılaştığı ve tekrarların yaşandığı bir sahnedir. Bunu şöyle düşünebiliriz: Her sabah aynı masaya oturmak, aynı kahveyi söylemek, aynı saate bilgisayarı açmak… Tüm bu tekrarlar bir tercihten çok, görünmez bir düzeneğin parçası hâline gelir. Birey, kendini özgür sanırken aslında o mekânda hâkim olan alışkanlıklar, kurallar ve beklentilerle şekillenir. Güç burada, bir zorlamadan değil; sıradanlığın içindeki kabullenilmişlikten doğar. İşte Nietzsche’nin kastettiği “mekânın gücü” de tam olarak budur – görünmez ama yönlendirici (Lefebvre, 1974).
Üç Katmanlı Gerçeklik: Lefebvre’in Mekân Üçlüsü
Sabahın erken saatleri. Priz kenarındaki masalar çoktan tutulmuş, garsonla “bugün filtre alayım” bakışı çoktan verilmiş. Herkesin kendi küçük rutini var; kimisi kulaklığını takıyor, kimisi ekranına odaklanmış, kimisi ise boş boş camdan dışarı bakıyor ama yine de “çalışıyor”. Bu tekrar eden gündelik sahne, aslında kafe mekânının yalnızca fiziksel bir yer olmadığını; alışkanlıklar, tasarımlar ve duygularla örülen çok katmanlı bir gerçeklik sunduğunu gösteriyor. Henri Lefebvre’in de işaret ettiği gibi: Mekân, sadece içinde bulunduğumuz bir yer değil; toplumsal ilişkilerle üretilen bir şeydir.
Kafe, önce bir “algılanan mekân” olarak belirir. Günlük hayatta nasıl kullandığımızla ilgilidir bu katman: Sabah erken gelip en iyi masayı kapmak, “her zamankini” bilen bir garsonla göz göze gelmek ya da Lo-Fi müzik eşliğinde odaklanmak… Hepsi bu gündelik pratiğin bir parçasıdır.
Ama bu yalnızca yüzeyde gördüğümüzdür. Mekânın “tasarlanan” katmanında, mimarlar, işletmeciler, hatta marka stratejistleri devrededir. Ahşap masalar, loş ışıklar, duvardaki raf kitapları ve “evindeymişsin” hissi veren iç dekorasyon, bize özgürlük hissi sunmak için özenle tasarlanmıştır. Fakat bu konforun bile bir politikası vardır: Kimler içeri davetlidir, kimler dışarıda bırakılır?
Ve nihayet, “yaşanan mekân”da tüm bu katmanlar birleşir. Mekân burada duyularla, duygularla ve anlarla kurulur. Kahvenin kokusu, uzaktan gelen espresso sesi, yan masadaki gülüşmeler ve içimizde biriken üretme kaygısı… Hepsi bu mekânın yaşayan dokusudur.
İşte kafe, tam da bu üç boyutun iç içe geçtiği bir sahnedir. Hem bireysel hem toplumsal, hem geçici hem de alışkanlığa dönüşmüş bir deneyim olarak önümüzde durur. Bu üç katman – alışkanlıklar, tasarımlar ve duygular – kafe mekânını sadece “bir yer” olmaktan çıkarır. Artık burası, hem bir üretim mekânı, hem bir tüketim alanı, hem de çağımızın ruh hâlini yansıtan simgesel bir sahnedir.
Rutinler ve Ritüeller: Dijital Göçebenin Günlük Draması
Yeni nesil dijital göçebenin işyeri de tam olarak burasıdır: taşınabilir, geçici ancak anlam yüklü. Dahası kafelerde çalışmak, sadece geçici bir mekân tercihi değil modern dijital göçebenin kamusal hayatta iz bırakmadan süzüldüğü bir varoluş biçimi. Yahut mekâna sabitlenmek yerine kendine uygun mekânı yeniden ve yeniden seçme özgürlüğüne de sahiptir.
Dijital göçebelik, enstantane fotoğraflarda özgürlük vaat eder; oysa çoğu zaman arka plandaki priz arayışı ve sandalye sırt ağrısı kadraja girmez. Dizüstü bilgisayarını dünyanın herhangi bir yerinde açabilen, istediği saatte çalışıp yine istediği zaman ara verebilen birey; kahvesini yudumlarken dosyalarını yükler, molasında şehirle bağ kurar. Oysa bu hareketlilik, her zaman bir tercihin değil, çoğu zaman bir zorunluluğun sonucudur. Ofislerin katı disiplininden kaçış, evin üretken olmayan sessizliğinden uzaklaşma, bireyi alternatif çalışma alanları aramaya iter. Ve bu arayış, kişiyi yalnızca kahve zincirlerinin veya “cool” kafelerin değil, aynı zamanda mekânsal eşitsizliğin ve görünmez denetimin de içine çeker.
Görünmez Kodlar: Üretim, Tüketim ve Temsil Pratikleri
Mekân, çoğu zaman yalnızca bir fon, bir arka plan olarak düşünülür. Ancak mekân, pasif bir sahne değil; toplumsal ilişkilerle, güç yapılarıyla ve kültürel tercihlerle şekillenen aktif bir üretim alanıdır.Mekânın pasif bir arka plan, tarafsız bir zemin olmadığını anlamak için Henri Lefebvre’e kulak verelim. Ona göre mekân bir şeyin sadece “içinde bulunduğu” bir yer değil; toplumsal ilişkilerle üretilen, yeniden şekillenen ve hatta iktidar ilişkilerinin ta kendisi olan bir yapıdır. Lefebvre’nin mekân üçlüsü bize gösterir ki, mekân hem gündelik pratiklerimizle kurduğumuz ilişki, hem de zihnimizdeki ve bedenimizdeki deneyimlerle şekillenen çok katmanlı bir gerçekliktir.
Peki bu bağlamda sormak gerekmez mi: Mekân mı bireyi dönüştürür, yoksa birey mi mekânı? Dijital göçebe örneğinde bu soru iyice iç içe geçiyor. Çünkü birey, kendini üretken hissedeceği, konsantre olabileceği, sosyalleşmeye açık ama yalnızlığını da koruyabileceği bir yer ararken, aslında var olan mekânlar arasında seçim yapıyor. Fakat bu seçim, tamamen bireyin iradesine bağlı değil. Şehrin nerelerinde “çalışılabilir” kafeler olduğu, o mekânların kimlere hitap ettiği, bir kahvenin ne kadara satıldığı ya da Wi-Fi şifresine ne zaman erişilebildiği gibi detaylar, bireyin hareketini şekillendiriyor.
Her ne kadar özgürlük hissiyle ilişkilendirilse de bu pratiklerin ardında ideolojik bir kodlama saklıdır. Global kahve zincirleri bir dönem kişiselleştirilmiş bardaklarıyla “özgürlük” fantezileri pazarlarken, bugün toplulukların ideolojik seçimi haline gelebiliyor. “Şu kafede çalışıyorum” etiketiyle paylaşılan bir story, yalnızca bir anı değil, aynı zamanda mekânın ve ideolojinin dijital olarak yeniden üretimidir.
Bireysel Hikâyeden Kolektif Anlatıya: Mekânın Politikası
Dolayısıyla mekân, sadece bireyin “kullandığı” bir araç değil; bireyin neyi nasıl yapabileceğini sınırlandıran, yönlendiren bir yapıya sahip. Aynı zamanda birey de mekâna iz bırakıyor. Her açılan laptop, her sessiz video toplantısı, her not defteri… Mekânın atmosferini yeniden şekillendiriyor. Kafe, sessizce bir ofise dönüşüyor. Üretilen her içerik, her fikir, her e-posta, o mekânın parçası oluyor.
Ancak bu görünüşte “özgür” hareketliliğin, mekânsal eşitsizlikleri nasıl görünür kıldığını da fark etmek gerekiyor. Çünkü her kafe, herkes için erişilebilir değil. Cam kenarındaki masa, bazıları için sadece bir Instagram karesi; bazıları içinse gün boyu çalışacakları bir işyeridir. Kimileri için evde çalışmak bir lüksken, kimileri için evde çalışmak mümkün olmadığı için dışarı çıkmak bir zorunluluk hâline gelir. Bu noktada kentsel mekânın nasıl üretildiği, kimler için nasıl tasarlandığı, kimleri dışarda bıraktığı soruları da önem kazanır.
İşte tam da bu yüzden, mekânda geçen her bireysel hikâye, aslında daha büyük, daha karmaşık bir kolektif anlatının parçasıdır. Kafede çalışmak sıradan bir tercih gibi görünebilir; ama aslında kimin nerede, nasıl çalışabildiğini, o mekâna nasıl eriştiğini ve orada ne kadar kalabildiğini sorunsallaştırdığımızda, toplumsal yapının kendisi görünür olur.
Kaynakça
Lefebvre , H. (1974). Mekânın Üretimi. (I. Çev. Ergüden, Ed.) Sel Yayincilik.
Yetişkin, F. N. (2023). Lefebvre’ni̇n Mekânsal Üçlü Kavramsallaştirmasi Bağlaminda Deprem Ve Kent: 1939 Erzi̇ncan Depremi̇ Örneği̇1. Birey ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi Journal of Individual & Society, 13(1), 51-74.