...
Hava serin. Tatlı bir rüzgar esiyor. Dedemin bahçesini hatırlıyorum. Depremin enkazı altında kalmış olan bahçe. Çocukluğum artık çok uzakta. Aynı serinlik, aynı tatlı rüzgar, cır cır böceklerinin o rahatsız edici şarkısı bile aynı… Ama hissettiklerim bambaşka.
Çocukken güzel gelirdi her şey. Vuslata ermiş gibi hissederdim bahçedeki her anda. Küçük dostlarımla, oyunlarla, neşeyle… Şimdi ne o küçük dostlardan iz var, ne de o neşeden.
Filistin enkaz altındayken, o tatlı anılarımızın hâlâ bir köşede nefes almasını beklemek bencillik değil de nedir? Yüz binlerce insan Rafah Kapısı’na yürürken, beni burada tutan tabular neden var?Devlet insan içindi, öyle öğrettiler. Ama neden insanları vuran hep devletler? Taşsız, silahsız, sopasız Rafah Kapısı’na yalnızca bir zeytin dalıyla yürüyen insanlardan ne ister devletler? Küçücük bebekten neden korkar devletler? Her biri bir Musa değil ya! Musa gelecek ise, elinden bir şey gelmeyecek Firavun'un. Böyle anlatıyor kitaplar.
Utanıyorum. Yemekten, gülmekten… ve en çok da yaşamaktan. Tıpkı İbrahim Amca’nın öldüğü günkü gibi... Neden onlardan biri olarak ölmediğimi, neden burada kaldığımı sorguluyorum.
Yetersizliğim, her geçen gün yüzüme vuruyor. Artık yirmilerimde ilerliyorum. Bir zamanlar kulağa ne büyük gelirdi bu yaşlar. Ama ben gitgide küçülüyorum. Ve o küçük kız çocuğu hâlâ içimde soruyor: “Diğerleri ne yapıyordu?” Ben şimdi o “diğerlerinden” biriyim. Yalnızca vasıfsız bir seyirci.
Bana nasıl olduğum sorulmasın istiyorum. Ben Filistin gibi de değilim, olamam. Bir yanım ağlarken, diğer yanım direnişte duramıyor. Ben yalnızca… Genç bir enkazım. Utancının altında ezilen.