to her - V


Henüz bilgisayarımı dizlerime koymuştum ki parkta oynayan çocukların sesine odaklandım. Bir çocuk bir şeyler anlatıyordu. Bir kadın sesi girdi araya: “Yeter, yeter.” Çocuk, “Yeter deme bana, benim adım yeter mi?” dedi. Duyunca donup kaldım. Beşinci kattaki odama kadar gelen o ince ses, üç-beş yaşlarındaki bir çocuğa aitti muhtemelen.
Bugün, kimseye şikâyet etmeden hastalıklarımın acısını çeken bana ‘yeter’ denildi. Ve duymamış gibi yaptım. Cevap vermek aklıma bile gelmedi. Yeter demek… ne haddime.
Sana ağlamak istediğim çok şey var. Bugünlerde fazla sonla karşılaştım. Öyle ki, hiç hakkım yokken bu sonlar beni yordu. Bir hayatın bitişine tanık oldum. Bitişin ağırlığını bilmek, yaşamaktan uzaklaştırıyor beni. Oysa şair, “Yaşadım diyebilmek”ten bahsederdi — bunun kıymetinden. Peki ya bu bitiş yaşanmamışlıklarla doluysa? Bağrında uyuyan eksikler en çok o zaman can yakıyor. Bundan Süheyla’ya bahsettim.
O gün hep Süheyla vardı. Tıpkı son yıllarımın çoğu anında, heyecanında, acısında olduğu gibi. Tüm gün boyunca birileriyle konuşmak zorunda kaldık, oysa ciğerlerim nefes almak yerine beni boğuyordu; yine de konuştuk, yine de sustuk, sonra yine üzüldük. Bize ait olmayan acının içimizde uyandırdığı o tuhaf duyguyu hissettik ve belki de en çok buna hayret ettik. Günün sonunda, son kez o bildik yolculuğumuzu tamamladık. Defalarca söyledi: bu son, yeni başlangıçlara açılacaktır, dedi. Bir sondan bahsetmek istemedi çünkü Süheyla karanlığa bakmaz; o bardağın dolu tarafına tutunarak oyalanmayı sever. Yaşanmamışlıkları bağrında uyutan bitişlerin nasıl acı verdiğini anlatırken yüzüme pür dikkatle baktı. Dedemden bahsettim. ‘Bir gün sohbetlerimiz biterse üzülmem,’ dedim, şaşırdı. Çünkü onunla geçen her ana, onun ‘yaşadım’ diyebilmesine sevinirim dedim, bunu söylediğimde bile suskun kaldı, sonra sadece başını sallayıp hak verdi.
O gün hava sıcaktı, ben ise hiç iyi değildim; her nefeste ciğerlerimde bir acı geziniyor, nefes almak sanki içeriden bir yırtık gibi. Gün boyu birkaç farklı konuşmada, kendimle ne kadar ilgisiz kaldığımı duyunca içim buruldu — birileri yemek yemediğimden söz etti, ben de düşündüm: Sahiden kaç gece, açlık hissetmeden uyudum böyle? İnsan yemeği bile unutuyorsa, kendine ne faydası olabilir ki? Haplar, tedaviler… neye kadar dayanır ki insan? Bazen öylece gelecek olan sonu beklemekten başka bir şey kalmıyor. Ama biliyorum: asıl mesele sadece hayatta kalmak değil. Asıl mesele yaşamak. Hatta yaşamaktan da öte: yaşamayı gerçekten istemek.
O gün sonlar gördüm. Son sınavın ardından, herkes birbirine bittiğini sevinçle söylüyordu. Benim içimse buruktu. Bir başkası başka bir sonu kutluyordu. Gururla çekilmiş bir fotoğraf gördüm. Aynı kareyi çekmek istediğimde, ‘Burada olmayı unutmak istiyorum,’ dediğini anımsadım. Umudumun sonunu gördüm o an. Ve içimde kalan son umut kırıntılarını da kaybettim.
Peki ya sen? Nasıl yürüyebildin Oise Nehri’ne? Kendi sonuna yürümek… bunu anlamak istemiyorum. Benim bedenimde ağırlaşan ağrılar her defasında yüzüme tokat gibi çarparken senin o suya yürüyüşünü aklıma getirmek bile istemiyorum. Biz ikimiz, farklı olmanın da ötesindeyiz aslında; sen hasta hâlinden bıkana bir şeyler söylerdin mutlaka, ben ise susmayı bile bırakıp uzaklaşıyorum, başka türlüsü gelmiyor elimden. Kaçmak tek çözüm gibi. Ve o uzun sorular, ardı arkası kesilmeyen bilge tavsiyeler… Sen de onlardan nefret ederdin, öyle değil mi? Ben ise nefret etmenin de ötesinde, o an orada olmak istemiyorum artık — orada olmak bile değil, oradan yok olmak istiyorum.
Sonsuzluk aklımın ötesinde. Sonsuzluk benden ötede. Sonlar vardır ve biterler. Evet, bu zaten mutlak. Amenna. Ama bugün… sonlara şahit oldum dedim ya; insan yaşamalı. Hem doyunca hem dilediğince. Ve dedem gibi, kendi yaşayışının bilgeliğine varmalı. Isyandan korkarım elbette. Ama bugün — evet — sonlara şahit oldum. 
Ve biliyor musun? Senin zamanında da dünya berbattı. Bugün de öyle. Az önce beş aylık bir bebeğin açlıktan öldüğünü okudum. Bir bebeğin sonu. Başka söze gerek olmamalı!