Toplumun Yükünü Taşımak: Dumbell, Çamaşır Sepeti ve Diğerleri
Momento Dergisi ile henüz birkaç aydır tanışıyorum. Dergi henüz bir yaşını doldurmuş ve bugün ilk yaş pastasını üflüyor. “Kırılganlık” dosyası için bir şeyler yazmak daha önce aklımdan geçmişti ama “kırılgan olan ben iken, kırılganlık hakkında ayrıca düşünmeye gerek yok” diyerek vazgeçmiştim.
Dosyada yer alan, “Erkeklik dumbell kaldırmak zorundadır” başlıklı yazı dikkatimi çekmişti. Bugün yaşadığım bir diyalog sonrası aklıma gelince tekrar okudum. Başlık zaten çok şey söylüyordu. Toplumsal cinsiyet rollerine erkeklik perspektifinden bakan, düşündürücü bir anlatıydı. Yazar, erkekliği “sanıldığı gibi sağlam ve yekpare bir kimlik değil; sürekli ispat gerektiren kaygan bir zemin” olarak tanımlıyordu. Erkekliğe yüklenen kalıp beklentilerin bireysel düzlemde nasıl bir ağırlık yarattığını görünür kılması açısından önemli bir yazıydı.
Ama okudukça zihnimde bir soru belirdi: “Peki ya kadınlık?”
Henüz çiçeği burnunda bir sosyolog olarak bu soruya yapısal çerçeveden bakma ihtiyacı duyuyorum. Ve aslında bu soruya, lisans tezimin verileriyle, daha doğrusu kadınların kendi sözleriyle cevap verebilirim.
Son bir yıldır çevremdeki herkesin bildiği üzere “namus” konusunda çalışıyorum. Bu süreçte kendimi sık sık bir şekilde konuyu çalışmama getirirken ve karşımdaki kişilere “kadınlık” üzerine konuşurken buldum. Tezimde görüştüğüm kadınlar arasında özellikle büyükanneler kuşağı, kadınlığı doğaya ve evcilliğe dayalı imgelerle tanımlıyordu. Kadın “dişi kuş”tu; “yuvayı yapan”, “koruyan”, “sıcak tutan.” Sıkça tekrar eden bir başka ifade ise “kadın topraktır” cümlesiydi. Yani kadınlık, üretmek, beslemek ve sabretmekle eşleştiriliyordu. Bu tanımların yalnızca dilde değil, yaşamın bütün kılcallarında kendini gösterdiğini pek tabi biliyoruz.
Buna karşılık genç kuşak kadınlar, kadınlığı bu tanımlarla değil; onlara karşı verilen bir mücadele olarak tarif ediyorlardı. Kadınlık onlar için bir uzlaşma değil, bir karşı çıkış; bir doğa değil, bir inşa hâliydi. Bu kuşakta kadınlık, neredeyse kolektif bir farkındalık ve dirençle anılıyordu. Dolayısıyla kadınlık deneyimi zamanla yalnızca değişmemiş; anlamı da, yükü de dönüşmüştü.
Sosyolog olarak görevim, bu kalıpların bireysel tercihler değil, tarihsel sürekliliği olan yapısal eşitsizlikler olduğunu göstermek. Judith Butler’ın belirttiği gibi toplumsal cinsiyet, doğuştan getirilen bir özellik değil; toplumun tekrar tekrar öğrettiği, içselleştirilmiş bir sistemdir. Erkeklik nasıl ki güçlü, sert, duygusuz olmakla eşleştiriliyorsa; kadınlık da fedakâr, güzel ve sessiz olmakla tanımlanır.
Dolayısıyla sorun ne yalnızca erkeklikte ne de kadınlıkta. Sorun, toplumsal yapının her birimize—ama farklı şekillerde—yüklediği kalıplarda.
Raewyn Connell’in hegemonik erkeklik kavramı, sadece kadınların değil, erkeklerin de belli kalıplara uymaya zorlandığını anlatır. Kurala uymayan dışlanır ya da cezalandırılır. Pierre Bourdieu da benzer şekilde, erkeklik ve kadınlığın “doğal” olmadığını; içselleştirilmiş ama aslında sembolik birer baskı aracı olduğunu savunur.
Sonuç olarak şunu açıkça söylemek isterim: Erkekler, kendilerini anlatan yazılar yazmasın demiyorum. Aksine, bu tür yazıların çoğalması önemli. Ama bu yüklerin sadece erkekliğe yahut kadınlığa özgü olmadığını, toplumun da farklı şekillerde, her birimize benzer ağırlıklar taşıdığını unutmamalıyız.
Toplumsal yükleri reddetmek hepimizin hakkı. Ve bu yükler bireysel değil, sistematiktir.
Erkekliğe dumbell verilmişse, kadınlığa da çamaşır sepeti düşüyor. Erkek taşıdığı yükle güçlü görünmek zorundaysa, kadın da taşıdığıyla sessiz ve düzenli kalmak zorunda. Kadınlık, “toprak gibi olmak”, “yuva kurmak” ya da “dişi kuş olmak” gibi metaforlarla yıllarca kutsandı ama aslında bu metaforlar, kadınları taşımak, toparlamak ve susmakla yükümlü kılan sessiz kuralların kılıfıydı. Bugün o sepet dolu, ağır ve artık pek kimse taşımak istemiyor.
Bu noktada bir öz eleştiri yapmak gerekirse, sanırım kadınlıkla ilgili yazılara değil de erkeklikle ilgili olanlara daha çok tepki verme eğilimim, kendi içimde yer etmiş bazı savunma reflekslerine işaret ediyor olabilir. Pierre Bourdieu’nün de vurguladığı gibi, toplumsal normlar yalnızca dışsal dayatmalar değil; zamanla içselleştirilmiş, hatta görünmez hâle gelmiş sembolik baskı araçlarıdır. Yani çoğu zaman bize ait sandığımız tepkiler, aslında toplumun bizde bıraktığı izlerin yansıması olabilir.
Ama emin olduğum bir şey var: Bu yükleri birlikte yere bırakmalıyız. Çünkü mesele sadece kadın ya da erkek olmak değil; insan olarak hangi yükleri taşımaya zorlandığımızdır. Diğer bir deyişle kim olduğumuzdan çok, kim olmamızı istedikleri için hangi yükleri taşıdığımızdır.
Dipnot: ilgili olanlar için derginin linki